Bizim hata yapmak gibi bir lüksümüz yok!

0
646

Okuyucularımız için iş hayatındaki geçmişinizden bahseder misiniz?

Yıllar önce, amcalarım köyden Pervari İlçesine göç edince, aile olarak manifaturacılık yaptık. O dönemde Pervari’de bir Sümerbank mağazası açılmıştı. Sümerbank ile bizimkiler arasında yaşanan rekabet sonucu, Türkiye’de ilk defa bir Sümerbank şubesi kapanmak zorunda kalmıştır. Biz orda yaklaşık 11-12 sene ticaret yaptık. Her türlü malın alışverişini yapıyorduk. Pervari’nin kendine has gelirleri vardı. Yün, peynir, ceviz, dut gibi… Biz senede iki sefer tahsilat yapıyorduk.  Köylünün genelde nakit parası olmadığı için, şimdiki barter sistemine benzer bir alışveriş şeklimiz vardı. Biz, yörenin bütün ihtiyaçlarını karşılıyorduk. Hatırlıyorum da, okul yıllarındaydım. Yazın da dükkanda çalışıyordum. Köylü geliyor ve bütün ihtiyaçlarını bizden karşılıyordu. Gaz, un, entari, yiyecek, içecek, aklınıza ne gelirse… O yıllarda, Türkiye’de yüksek enflasyon olduğu için malları tek tek yazıyorduk ama ödeme almıyorduk. Aradan zaman geçince, diyelim ki yün zamanı geldi. Halk yününü alıp yün borsasına getiriyordu. Bir fiyat biçiliyordu ve adam o fiyattan bize yününü getiriyordu. Malları alıp fiyatları borcundan düşüyorduk. Şeker getireni, gazyağı getireni… O günkü fiyatlarından hesaplayıp, borçtan düşüyorduk. Geri kalanlar sabit kalıyordu. Üç dört ay sonra, diyelim ki bal zamanı oluyordu. Bal borsası kuruluyor ve balın fiyatı biçiliyordu. Balın o günkü fiyatı ile malların o günkü fiyatını karşılaştırıp karşılıklı takas yapıyorduk. Bizde, topladığımız malları, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde satıyorduk. Sistem böyle işliyordu. Hatta iyi hatırlıyorum, köylülerin Ziraat Bankası’ndan aldıkları yıldan yıla ödenen kredileri vardı. Yatırıp ertesi gün parasızlıktan yine çekerlerdi. Genelde köylünün parası olmadığı için biz onun adına krediyi öder ertesi gün parayı biz çekerdik. Anlayacağınız bölgede hayatın akışını biz sağlıyorduk…

Pervari’den sonra iş hayatına önce Van, sonra da İstanbul’da devam ettiniz. Bu yer değiştirmelerin nedenleri nelerdir?

Biz on üç sene Pervari’de kaldık ve orada iş yaptık. Orada ağalar da vardı ama biz onların işlerine çok fazla karışmazdık. Sadece ticaretlerini yapıyorduk. Biz orada bir denge unsuruyduk. Sonra bir gün, yerli ağalar ile yaşanan kız alıp verme meselesinden sorun yaşadık. 1977’de Pervari’den göç etmeye karar verdik. Hedef İstanbul’du ama doğrudan gitmeye babamın gözü kesmedi. Önce Pervari’den Van’a yerleştik. Orada da ticarete başladık. On bir sene kaldığımız Van, bizim için çok iyi bir sıçrama tahtası oldu. Geniş bir ticaret alanı vardı ve bizde orada iyi çalıştık. Bir müddet sonra yaptığımız işler sayesinde elimizde bir miktar sermaye birikti. O dönemlerde Ethem Ağabeyim İstanbul’daydı. Mezun olmuştu ama komünist diye mimlendiği için hiçbir devlet dairesinde iş bulamamıştı (gülüşmeler). O zamanlar babamı çok seven Siirtli bir aile dostumuz vardı. Ecza deposu vardı ve küçük çaplı ilaç ticareti yapardı. Ethem Ağabeyim ona gidince, babamızın hatırından dolayı adam ona yardım ediyor ve muhasebe müdürünün yanında çırak olarak işe alıyor. Bir müddet sonra ağabeyim genel müdür olduğunda, adamın işleri iyice büyümüştü ve bir sermaye sorunu yaşamaya başlamıştı.

Ağabeyim bizi arayıp dedi ki : “Bize sermaye lazım. Bu yüzden ortak alacağız. Sizde de para var. Biraz gönderin de buradan hisse alın. Burası iyi işliyor.” Böylece biz para gönderdik ve yüzde yirmi beş hisse satın aldık. Bir müddet sonra ilaç deposu tekrar büyümeye başladı. Abim telefon açıp bize şirketin çok büyüdüğünü söyleyip biraz daha hisse almamızı önerdi. Tam bu sırada, güney doğuda silahlı çatışmalar başladığında, babam bize burada da kalıcı olmayacağımızı söyledi. İstanbul’a para göndermeye karar verdik. Şirkete yüzde elli ortak olduk. Bundan sonraki süreçte, bir buçuk yıl içinde tüm aile İstanbul’a geldi. Zamanla yeni depolar ve bir ilaç fabrikası kuruldu. Tüm işler yüzde elli ortaklıkla gerçekleşti. İstanbul’a göç edenler, bizim 300 kişilik ailemizin dışında, bize bağlı diğer ailelerle birlikte bin kişiyi bulmuştur. İstanbul’a geldiğimizde ilk olarak Küçükköy’e yerleştik. Biri babama bir yer göstermiş; babam da oradan arsa almış, binayı dikmişti. Gittiğimiz yerlerde babam hep önden gider, bir arsa alır, ilk binayı dikerdi.(Gülüşmeler) Göç ettiğimiz her yere ilk bu şekilde yerleşirdik.

Bir müddet sonra, Ethem Ağabey ile bizim ortak arasında sorun oluştu. Suat’ı ortaklarla olan anlaşmazlığı gidermek için gönderdik. Babam bize hep şöyle derdi: “Bak oğlum. Birileri ile ortak olduğunuzda çok ince elemeyin. Siz ortak oluyorsunuz, yani kardeş oluyorsunuz. Ortaklıktan ayrıldığınız zaman da fazla kurcalamayın. Beş on kuruşa bakmayın. Siz ayrılacaksınız artık. Son görüşmenizde birbirinizden memnun ayrılın.” Suat gitti ve bir saat sonra geri geldi. İlaç firmasını ve bir depoyu onlara bıraktık. Bize de ES ecza deposu ve ESKO diye bir kozmetik deposu kaldı. Ben kozmetiğin başına geçtim. Suat, ES’in başına geçti. Ethem Ağabey de boşta kaldı. Ne yapalım ne edelim diye düşünürken Ethem Ağabey’e bir depo kurmaya karar verdik. Böylece Hedef Ecza Deposu’nu kurduk. Ailece aldığımız kararla bütün gücümüzü bu yeni depoya kanalize etmeye karar verdik. Çünkü dışarıya karşı “Bizim sayemizde iş yaptılar. Kendi işlerini yürütemediler” dedirtmek istemedik. Zamanla şirket büyüdü. Şubeler açıldı. Mısır, Cezayir, Rusya gibi ülkelere açılıp, uluslar arası hale geldik. Sonra yüzde ellisini satarak yabancı bir şirketle ortak olduk. Ortaklığımızın iki önemli nedeni vardı. İlki biz bütçe ve mali disiplini bilmiyorduk. İkincisi ise o zamanlar bırakın iş yapmayı kendi pasaportunuzla bile yurt dışına kolay kolay gidemiyordunuz. Ne zaman yüzde elli hisseyi İngilizlere sattık, ertesi ay Mısır’da on kişi bizimle ortak olmak istedi! Bu yüzden bu ortaklıktan hiç pişman değiliz. Onlar bize yabancı bir ülkede nasıl para kazanılacağını öğrettiler. Çünkü bu konuda hiç bilgimiz yoktu. Bütçe nasıl yapılır, şirket nasıl büyür İngilizlerden öğrendik. Bir müddet sonra şirketin tamamını sattık. Ethem Ağabeyim siyaset ve medya dünyasına girdi. Aslında biz yıllarca siyaset üstü bir hayat yaşadık. Bu yüzden Ethem Ağabeyimle diğer kardeşler arasında ayrım yaşandı. O zamana kadar koyduğumuz bir kural olan bir kardeşin tek başına iş yapamama kuralını bozduk. Böylece Ethem Ağabeyimle ticari yollarımızı ayırdık.

Biz şirketleri kurarken babam uzak yakın bütün akrabalardan para toplamıştı. Şirketin, resmi olmasa bile, gayrı resmi sayısız ortağı vardı. Birlikteliğimiz sırasında İngilizler bu kadar ortakla baş edemeyeceklerini söylediler. O zaman sadece Sancaksoyadı ile devam etmeyi düşündük. Topladık o arkadaşları, mecburiyetten aldığımız bu kararı açıkladık. Bir kısmı gayrı resmi ortak kalmak istedi. İzin verdik. Sonra yavaş yavaş hisselerini sattılar. Şirket tamamen satılınca da herkes parasını aldı. Paralarını alan akrabalarımız kendi şirketlerini kurmaya başladılar. Biz kardeşler hastane işine girdik. Bazen soruyorlar bize “kaç kardeşsiniz?” diye. Diyorum ki “Memlekette yediydik İstanbul’da dokuz olduk!”. “Nasıl olur” diyorlardı. Bende memlekette kızları saymıyorduk, burada sayılıyor diyorum. (gülüşmeler) Dolayısıyla Ethem Ağabey hariç altı kardeş, hepimiz ortağız. Geniş anlamda bütün aile ayrılıp hepsi kendi işlerini kurdular. Bir bakıma buruk bir ayrılık olsa da, toplamda baktığımızda, çok geniş bir yatırım alanı doğdu. On, on beş tane şirket oluştu. Ethem Ağabey medya işine girdi. Diğer kardeşler olarak bir araya geldik. Bizim yazılmayan bir anayasamız var. Hepimiz eşitiz.  Ne iş yaparsak yapalım çoğunluğun kararına uyarız. Bir yönetim kurulumuz var. Yeni projeler gelince inceliyoruz ve oyluyoruz.

Sağlık alanında yaptığınız çok önemli yatırımlar bulunmaktadır. Bize bu alandaki projelerinizden bahsedebilir misiniz?

Biz, Medical Park ile Türkiye’de bir eser yarattık. Medikal Park hakikaten bir başarı hikayesidir. Tabi ki ortaklarla beraber yapıldı ama ayağa kalkışında Sancak Ailesi’nin çok büyük emeği vardır. 2005 yılının sonunda ortak olduğumuzda niyetimiz, iki üç yılda iki tane hastane yapmaktı. Trabzonlu ortağımız, Doktor Muharrem Usta, tuttuğunu koparan çok çalışkan birisidir. Fakat sermayesi yoktu. Biz onunla ortak olduktan sonra beraber çalıştık. Bir bütçe oluşturduk. Kısa bir sürede baktık ki dokuz tane hastanenin imzasını atmışız. Fakat ilk hastane devreye girmeden Türkiye krize girdi. 2008 krizi bizi iflas noktasına getirdi. Hastaneye doksan milyon lira kaynak aktardık. Zamanla oldukça büyüdü. Bu günkü haline geldi. Biz yönetim kısmındayız. İcra kısmına karışmıyoruz. Daha sonra ikinci bir markayı kurduk: Liv Hospital… Bence Türkiye’de sağlık sisteminin çok önemli bir eser oldu.

Sizce Ülkemizdeki sağlık hizmetlerinin Avrupa standartlarına ulaşabilmesi için neler yapılması gerekiyor?

Bence sağlık hizmetlerimiz şu anda Avrupa’yı geçmiştir. Zaten otelcilik kısmında çok öndeyiz. Medikal grubunda ise, yeni bir sektör olduğu için, tüm aletler daha Avrupa’da kullanılmadan bize geliyor. Türkiye, medikal grubu ve teknoloji açısından çok iyi bir alıcı. Bizim sadece doktor sayımız eksik. Çünkü doktor az yetişiyor. Tıp fakülteleri arttıkça ve büyüdükçe bu  konuda da, üç beş sene içinde, üst seviyelere geleceğiz. Zaten şu anda Türkiye’den göç eden beyinler tekrar geri gelmektedirler. Bana öyle geliyor ki Türkiye, önümüzdeki beş yıl içinde, bölgenin hatta dünyanın sağlık merkezi olacaktır. Şu anda yurt dışından çok talep var. Her hastanenin en büyük departmanını yabancılara ayrılmış kısımlar oluşturuyor. Türk Hava Yolları bu konuda yaptığı kampanyalarla fiyatları düşürmüştür. Bizim bu alanda tek rakibimiz Hindistan’dır. Hindistan, bizden biraz daha ucuz ama orada da hijyen ve güven sorunu var. Bu yüzden, devlet bürokrasisini de iyi yönetebilirsek, önümüzdeki beş yıl içinde dünyanın sağlık merkezi oluruz. Sağlık turizmimiz çok artar. Bu konuda hükûmetimizin rolü çok büyük olmuştur.

İnşaat ve gayrimenkul yatırımlarınız hakkında bilgi alabilir miyiz, gündemde ki projeniz nedir?

İnşaat sektöründe de çalışan bir birimimiz var ama bu sektördeki işlerimizi yavaşlatmış durumdayız. Çünkü yanlış bir hesaplamayla girdiğimiz villa işi kriz yüzünden çok yavaşladı. Satışlar oldukça ağır gidiyor. İyi bir ortak bulursak tekrar konut alanında iş yaparız ama şu an için bir adım atmıyoruz.

”Geleceğin enerjisi” sloganıyla yola çıkan Sancak Enerji, rüzgâr enerjisi haricinde hangi enerji kaynaklarını kullanıyor?

Enerji alanında ki yatırımlarımız arasında rüzgâr enerjisi, Siirt’te iki tane baraj, Şırnak’ta ki kömür işlerimiz vardı ama aile dağılınca bunlar bize biraz ağır gelmeye başladı. Rüzgâr enerjisi dışındakileri elden çıkarttık. Enerji sektöründe şu an sadece rüzgâr enerjisine yoğunlaşmış bulunuyoruz. Bu konuyu Türkiye’nin geleceği olarak görüyoruz. Çok yavaş gidiyoruz ve önümüzdeki bürokratik engeller bizi yoruyor. Bana demokrasimiz gelişmeli diyorlar. Bana sorarsanız demokrasiden önce bürokrasi gelişmeli. Bürokrasi gelişmeden demokrasi olamaz.

Türkiye’nin önde gelen iş adamlarından biri olarak, bürokrasi ile yaşadığınız sorunları biraz daha açar mısın? Bir iş adamı olarak bürokratik engeller sizi nasıl etkilemektedir?

Bakın, ben bundan dört beş sene evvel Siirt’te, Cumhurbaşkanımızın da teşvikiyle bir fabrika kurduk.  Kâr amaçlı değildi. Siirt’te iş imkânı olsun, kadınlarımız çalışsın, erken evlendirilmesin diye düşünüp; sosyal bir proje olarak fabrika kurdum. On iki buçuk milyon lira para harcadım. 300-350 kız çalışmaktaydı. Bürokrasi sorun çıkartmasaydı, belki o bölgede 15 şirket daha oluşurdu. Ama maalesef bürokrasiye takıldığı için fabrika kapandı.  Ben bu durumu anlatmak için “Güneydoğu’da Bir Yatırımın Anatomisi” adında bir kitap hazırlıyorum. Karşılaştıklarımı anlatsam bir kitabı doldurmaktadır. En son, Siirt Milletvekilini yanıma alıp sorun çıkartan bir bürokratın yanına gittim. Vekil dedi ki: “Yanlış yorumluyorsunuz. Düzgün yorumlarsanız burası kurtulacak. Burada çalışanlar daha önce valinin arabasına taş atan insanlardı, kadınlar erken evlendirilirdi. Şimdi çalışıp para kazanıyorlar. Şu anda da zarar eden bir işletmedir ama zaten kâr etmek için açılmamıştır. Bu şekilde yorumlarsan işletme kurtulur.” Bürokrat milletvekiline şöyle söyledi: “O senin seçim bölgendir beni ilgilendirmez!” Aynen böyle söyledi… Bu yorum yüzünden işletme kapandı. O zamanlar 33 kişi çalıştırdığında devletten bir arazi alabiliyordun. Ben araziyi devletten aldım. Fakat inşaatı yaparken amcama kaç kişi çalıştığını sormuşlar, o da inşaat sırasındaki işçileri de katıp, yüz seksen demiş. Kanun 33 demiş ama biz 180 dediğimiz için resmi belgelere bizim rakam geçmiş. Bu yüzden her ay ciddi bir zarar etmeye başladık. Sonra bir çıraklık yasası çıktı. Çalıştırdığınız her otuz kişiye bir sınıf açıyorsunuz, öğretmen geliyor ve onları yetiştiriyor. Çırağın maaşını ben ödüyorum, vergilerini devlet ödüyor. Yani bordrolu değiller. O ara bir tanesi de tesadüfen askere gitmişti ve benden tazminat istemişti. Bende bordrolu değilsin o yüzden veremem demiştim. Sonra beni mahkemeye verdi ve kazandı. Sonra bürokrat dedi ki : “ben bunları istihdam olarak yorumlamıyorum.” Bu yorum üzerine devlet işletmeye el koydu. Sadece bir yorum yüzünden…

Sözün kısası enerji sektöründe elimizde sadece rüzgâr enerjisi var o da bürokrasiye takılıyor. Paramız hazır. Malları üretmişiz. Her şeyimiz hazır… Enerji yatırımlarımızı geliştireceğiz. Rüzgârın yanında güneş enerjisi işine de girdik. Geleceğin sektörü olduğu için enerjiye odaklanmış bulunuyoruz. İnşallah bu konuda Ankara bizi anlar ve bizi geliştirir.

Sosyal sorumluluk projelerinizden olan Sancaklar Vakfı’ndan bahseder misiniz?

Çok sosyal bir insan olan babam vefat edince, hayır işlerini biz üzerimize aldık. Tek bir kişinin bütün bu sosyal işleri idare etmesi için, tüm ticari faaliyetlerden kendini çekmesi lazımdı. Bu yüzden görevleri bölüştük. Mesela Suat zekat dağıtımı ile ilgilendi. Babam sağken bize her yıl mal varlığını hesaplattırır ve bu paranın yüzde iki buçuğunu alıp dağıtırdı. Şimdi bir vakıf kurduk ve hayır işlerini vakıf eliyle yapıyoruz. Ben sosyal işleri aldım. Düğünler, hasta ziyaretleri, cenazeler… Mesela bir bayramda babamla üç günde yaklaşık iki yüz elli ev geziyorduk. Herkesin evine gidilirdi. Babama ev ziyaretlerinde “Ne gerek var en üst kata kadar çıkıyorsun, asansör yok bir şey yok…”dediğimde, “Bak Haydar!” diyordu, “Bunlar bizim için buralara gelmişler. Şimdi gitmezsek diyecekler ki İstanbul’da zengin oldu bizi takmıyor.” Onun için herkesi üç gün boyunca gezerdik. Ben bu yüzden bayram gelsin istemezdim! Bayram namazlarından sonra tüm köy bizim eve ziyarete gelirdi. Şimdi herkes kurduğumuz derneğe geliyorlar. 400-500 kişi her bayramda derneğe gelir. Orada bayram yemeği düzenleriz. Çocuklarımızı da yanımıza alırız. Bizim çocuklarımız onlara hizmet ederler. Orada kavgalıları barıştırır, ihtiyacı olanlara yardım ederiz. Yani tek tek ev dolaşmaktan kurtulduk! (gülüşmeler)

Kurduğumuz vakıfın önemli bir gelir kaynağı zekâtlardan ayırdığımız kısımdır. Şu anda 2200 üniversite öğrencisine burs verilmektedir. Yaklaşık 300 kişiye de diğer eğitim yardımlarında bulunulmaktadır. Bunlar dışında kuran kursları, camiler ve diğer sosyal alanlarda da, vakıf bütçesi dahilinde, yardımlar yapıyoruz. Vakıf hizmetimiz bizim için tüm şirketlerimizden daha önemlidir. Hatta bazı şirketlerimizin gelirlerini buraya aktarmayı düşünüyoruz. Bu tüm kardeşlerimizin üzerinde mutabık kaldığı, babamızın vasiyetidir…

Aslında hastane yatırımı da babamın vasiyetiydi. Bir gün Sultan çiftliğinde bir depo inşa ediyorduk. İnşaatı babam yapmaktaydı. Bir gün baktık ki babamın elinde bir sedye var. Yandaki sağlık ocağından bir sedyeyi alıp getirmiş. Dedik ki “Baba bununla ne yapacaksın?” Dedi ki “Asansörü buna göre yapın. Bir gün burayı hastane yaparsınız. Size vasiyetim. Bir hastane yapın ve cuma günleri benim adıma parasız muayene olsun.” Böyle bir isteği vardı. Ortaklarımızdan dolayı cuma günleri ücretsiz yapamadık ama onun karşılığı yardımlarda bulunmaktayız.

Babanız gerçektende hayırsever bir insanmış.

Bir çalışanı babamın hayatını anlatan bir kitap kaleme almış. Etrafındakilerle konuşarak, hayatını inceleyerek babamın portresini oluşturmuş. Babam çok farklı bir insandı. Aile olarak Hadımköy’de, biz bu eşsiz insanın anısına, başka hiçbir camiye benzemeyen bir cami inşa ettirdik. Gerçekten de dünyada başka eşi benzeri olmayan bir cami oldu. Mağara şeklinde bir yeraltı camisi… Boya kullanılmadı. Avize gibi geleneksel aydınlatmalar kullanılmadı. Süslemeler kullanılmadı. Dışarıdan yansıyan ışıkla aydınlanan özgün bir cami oldu. Bu Cami ile dünyada birçok ödül aldık. Mimarı Emre Arolat’tır.

Ata Sancak Acıpayam Tarım İşletmesi olarak 2005 yılında Ata Holding ile ortak oldunuz, bu alandaki faaliyetleriniz nelerdir?

Ata Sancak Tarım İşletmesi bizim için önemli bir yatırım. Ata, ticari olarak çok iyi bir ortak. 9900 tane büyük baş hayvana ulaştık. Süt işi yapıyoruz. Avrupa’da örnek bir çiftlik oldu. Diğer ticari işlerimizin yanında küçük kalıyor. Türkiye’de yem çok pahalı olduğu için ürettiğiniz süt de ucuz olmuyor. Fakat hem hijyen hem de kurumsallık açısından örnek bir işletme burası. Zamanla çok daha büyütmeyi düşünüyoruz.

Geleceğe yönelik hedef ve projelerinizden bahseder misiniz?           

Kardeşler ayrıldıktan sonra kendi aramızda şöyle bir strateji yaptık. Dedik ki, ailemiz çok büyük ve ağır. Bizim iflas etmek gibi bir lüksümüz yok. Daha doğrusu hata yapmak gibi bir lüksümüz yok. Onun için dedik ki biz varlığımızı iyi çevirelim. Bir bölümünü garanti altına alalım. Bu nedenle gayrimenkul şirketi kurduk ve kira getiren binalar satın aldık. Bu bizim için garanti bir iştir. Yani iflas edersek bu gelirler aileye yetmektedir.   İkinci üçte birlik kısım ise var olan ortaklıklarımıza ayrılmıştır. Hastane, enerji gibi yatırımlarımızı büyüteceğiz. Diğer üçte birini ise daha yeni ve riskli işlere ayırdık. Mesela  atıktan enerji elde etme işi gibi… Riskli ama geleceğin işi. Bu projede TÜBİTAK ile beraber çalışıyoruz. Hammaddesi hazır. Tavuğun dışkısından yapılıyor. Yakıp gaza çeviriyorsun, sonra enerjiye dönüşüyor. İş sadece TÜBİTAK’ın onayına kalmıştır. Çalışır derlerse üretime geçeceğiz. Bunun dışında eğitim sektörü için de çalışmalarımız var. Ama bütün yeni işlere, ortaklar aracılığıyla girmeyi düşünüyoruz. Çünkü yeni bir sektörde sadece o işi bilen insanlarla güven içinde çalışabiliriz.